Thursday, September 07, 2006

 

DİLBER ABLA ARTIK YAŞAMIYOR

Tanımaktan büyük bir mutluluk duyduğum o güzel insanın anısına.

DİLBER ABLA ARTIK YAŞAMIYOR

Onu ilk gördüğümüzde kardeşimle henüz okula bile başlamamıştık. Yarattığı görüntü öyle korkunçtu ki, ayaklarımızın bağı çözülmüş, büyük bir panik yaşamıştık. Sizi bunca korkutan neydi diye soruyorsanız, gördüğümüzü kısaca tarif etmem gerekir: Bedenine zincirler dolamış siyahî bir kadın, ağaca bağladığı bir adamı bir yandan bağırta bağırta kırbaçlarken, bir yandan da gözlerini akları görünecek kadar döndürüp, korkunç naralar atıyordu. Açıkçası cehennemden gelmiş bir zebani zavallı adamcağıza onca insanın önünde işkence yapıyordu. Gözlerindeki hain pırıltı, kırbacı her vuruşunda attığı çığlıklar yüreğimize işlemişti.
Bu olayın üzerinden henüz iki gün geçmeden çok daha beter bir karabasan yaşadık. Çünkü o zebani, kafasına bir hasır şapka oturtmuş, parıltılı kumaştan kolsuz bir entari giymiş ve boynuna rengârenk boncuklardan oluşmuş kolyeler takmış olarak bahçe kapımızdan içeri girivermişti. Kardeşim onu görünce: “Anneeee, zebani kadın geldiiii” diye bağırarak adeta bir maymun gibi bahçedeki en yüksek ağacın tepesine tırmanarak kendisini güvene aldı. Bense geceleri tavan arasından gelen garip sesleri duyduğum zaman yaptığım gibi yatak odasındaki sandığın içine kaçtım. Bizi sakinleştirmeye çalışan annem ne diyeceğini şaşırmıştı: “Korkmayın oğlum, o zebani değil, bizim Dilber Abla. Çaya davet etmiştim” Oysa Dilber Abla filan dinleyecek halde değildik. O kadın bizim için bir zebaniydi işte. Öte yandan annem; Osmanlı Padişahlarının Dilber Ablanın dedelerini çok yıllar önce Habeşistan’dan getirdiğini, kendisi okul derneğinde görevli olduğu için müsameredeki piyeste gönüllü olarak oynadığını ve o adamı dövme sahnesinin tamamen rolü gereği olduğunu söylese de korkumuz geçmedi. Dilber abladan ödümüz kopuyordu. O kapkara kadını sokakta görsek yolumuzu değiştirip, tabana kuvvet eve kaçıyorduk.
Bu korkuyu üstümüzden atmamız birinci sınıfa başladığımızda okulda oynatılan bir film sayesinde gerçekleşti. Alt salonda Tarzan filmi oynuyordu. Kardeşimle cebimizde paramız olmadığı halde gittik. Kapıdaki adam yirmi beş kuruş vermeden bizi içeriye sokmayacağını söylediğinde büyük bir hayal kırıklığına uğramıştık. Sonra birden Dilber Abla olanca haşmetiyle ardımızda belirdi ve adamın yakasına yapıştı:
“Bana bak: Ben dernek üyesiyim. Bu yetimlerden para istemeye utanmıyor musun?”
Oysa adamın onu dinlemeye hiç niyeti yoktu. Bizi sürekli olarak dışarı doğru itiyordu. Sonunda Dilber Abla çileden çıkıp: “Tuh suratına” diyerek çantasından çıkarttığı paraları görevlinin kafasına attı. Adam neye uğradığını şaşırmışken bizi elimizden tutup en ön sıraya oturttu. O günden sonra Dilber Abla kahramanımız olmuştu. Bunu perçinleyen olaysa yine okul aile birliğinin maddi durumları kötü olan öğrencileri ayakkabı ve elbise almak için Sultanhamam’a götüreceği gün gerçekleşti. Biz de yardım yapılacak fakir ailelere mensup öğrenciler arasındaydık. O sabah bahçedeki törenden sonra bir görevli isimlerimizi okuyup: “Bunlar fakir yardımı alacak öğrencilerdir. Hemen şurada sıraya dizilsinler” deyiverince boğazımıza bir şey düğümlenmişti. Evet, fakir olabilirdik ama bunun orta yerde dillendirilmesini kabullenmeyecek kadar da gururluyduk. Çocuk kalbimiz fena halde yaralanmıştı. İşte tam o anda Dilber Abla şişedeki cin gibi ortaya çıkıp, adamın yakasına yapıştı: “Ulan eş…..k. Bir de tellal bağırtsaydın bari. Yardım dediğin gizli yapılır. Şu sabilerin nasıl mahzunlaştığını görmüyor musun?” Ardından gelen uzunca bir ;“Tuhhh suratına” haykırışı görevliyi şok etmeye yetmişti.
Dilber Abla artık kayıtsız şartsız bir numaramızdı. Onu yere göğe koyamıyorduk. Bir seferinde kolsuz elbise giydiği için: “Hanım, hanım böyle çıplak geziyorsun, öbür dünyada cayır cayır yanacaksın” diyen bir adama: “Bana baksana sen! Bu dünyada zaten yakmışlar. Tenim böyle kapkara. Utanmadan bir de öbür dünyada mı yakacaklar” deyince içimizden alkışlamıştık onu.
Büyüdükçe ve onu yakından tanıdıkça bu sıcak yürekli, siyah tenli kadını daha çok sevdik. Hayata bambaşka bir yerden bakıyordu. Üzerine parlak kumaşlardan elbiseler giyip, bulduğu bütün incik boncuğu taktıktan sonra incecik topuklu ayakkabılarıyla salına salına gezintilere çıkıyor, bakışları üzerinde biraz fazlaca kalanları: “Ne bakıyorsun ayol? Hiç böyle güzel Arap görmedin mi?” diye azarlıyordu. Bir seferinde sokakta kendisine kabaca laf atan bir adamı özür dileyene kadar dövdüğü haberi gelince hiç şaşırmamıştık. Dilber Abla’ydı bu. Kafası kızdı mı erkek filan dinlemez, döverdi. Ergenlik bunalımları yaşadığımız günlerde penceresinin kenarında kurduğu çilingir sofrasında kimseyi iplemeden demlenişini görmek bize hep moral verdi. Ona biraz önyargılı bakanlara inat hiçbir şeyden eksik kalmadı. En şık kıyafetleri giydi. Nişanların, düğünlerin, Boğaz gezilerinin, yemeklerin, en çok da bahçelerde yapılan sünnet düğünlerinin başmisafiriydi.
Sonra yıllar geçti. Biz yetişkin olduk. O yaşlandı. Yaşlılığı sadece kâğıt üzerindeydi. Çünkü fizikken ve ruhen hiç değişmemişti. Aynı hazırcevap, aynı neşeli, aynı fıkır, fıkır kadındı. Üstüne rengârenk bir elbise geçirip, şıngır şıngır takılarını takarak, köşe bucak İstanbul’u gezer, dönüşünde vapur yolcularının kalbini fethetmiş olarak yüzünde gülücüklerle iskelemizde inerdi. Gittiği yerlerden döndüğünde herkes rahatlardı. Çünkü muhitimizin maskotuydu. Nedense hiç gelmeyip, oralarda kalacakmış gibi bir korku vardı üzerimizde. O ise iyice yaşlanıp, başka bir muhite taşındığı günlerde bile eski mahallesini ihmal etmedi. Onu hiç ummadığımız anlarda önünden geçtiğimiz eski bir konağın balkonundan bize el sallarken, kimi zamansa ahşap bir evin kapısında, etrafına eski komşularını toplamış, elinde sigarası güle, kıkırdaya sohbet ederken görürdük. Bizler her geçen gün yaşlanıyor, daha çok yoruluyor giderek artan bir üşengeçliğin pençesine düşüyor, o ise tam tersi yaşamla bağlarını her geçen gün arttırarak düğünlerin, kına gecelerinin, pikniklerin, ada gezilerinin, okul balolarının aranan kişisi olmaya devam ediyordu. Düğünlerde gelinin kolundan damadı kaptığı gibi ilk dansı onunla yapması artık bir Dilber Abla klasiği olmuştu. Oynamaya kalkmayan kızları zorla piste sürüklerdi:
“Ayol ne miskin şey bunlar. Bir de genç kız olacaklar. Kalkın çabuk”
Sonraları biraz da yaşamın önümüze çıkarttığı çeşitli zorluklar yüzünden daha az görüşür olduk. Yine de haberlerini alıyorduk: Sonunda o da yaşlanmıştı. Dışarı çıkamasa da pencere kenarındaki çilingir sofrası keyfine devam ettiğini biliyorduk.
Vefatını öğrendiğimde kendi kendime: “İnşallah gittiği yerde de takıp, takıştırıp salına salına gezerek etrafa neşe saçar” dedim. Bunu yapıp, yapamayacağını bilemem elbette. Ama emin olduğum bir şey var. O da: Eğer öbür dünyanın kapısına dayandığında, zebaniler büyük bir hata yapıp, ona: “Dilber Hanım, hayattayken kolsuz elbiselerle gezip, pencere kenarında içki içerdin. Şimdi şöyle cehenneme buyur” bakalım demişlerse çok büyük bir hata yapmışlardır. Çünkü adım gibi biliyorum ki, Dilber Abla o zaman: “Ayol dünyaya zaten yakıp da yolladınız beni. Ortalıkta kapkara dolaştım. Şimdi bir de burada da mı yakacaksınız?” diye haykırarak gözlerini döndüre döndüre zebanilerin üstüne yürümüştür. MEHMET ÜNVER







<< Home

This page is powered by Blogger. Isn't yours?

Site Ekle Add to Google